Wednesday, July 24, 2024

Müfredatla yerli ve milli bir kimlik inşa edilebilir mi?

 Müfredatla yerli ve milli bir kimlik inşa edilebilir mi?

    Milli Eğitim Bakanlığı yeni bir müfredat hazırlıyormuş. Bu çabayı alkışlıyorum zira hayatın bu kadar hızlı değiştiği bir zamanda eğitim sisteminin bu değişime ayak uyması için reforme edilmesi şart. Önce internet ve ekranlar sonra yapay zeka ve robotlar, eğitim sistemini altüst etmiş durumda. Bakanlığın yapacağı reformlar bu alanlarda nasıl bir açılım yapacak bilmiyoruz zira bizdeki reform süreci şeffaf işlemiyor. Ancak bildiğimiz bir nokta var. Reformların amacı "milli ve manevi değerlere uygun bir nesil" yetiştirmekmiş. Hal böyle olunca basına sızan ilk haberlerde yeni müfredatta Evrim Teorisi yerine Amerikan Evangelistlerinin dünyaya pazarladığı ve bizde Adnan Hoca'nın yaydığı "Akıllı Tasarım" hikayesi yer alacakmış! Hoş geldin 1925!

    Scopes Monkey davası

    Biraz tarihe dönelim. Müfredat tüm dünyada ideolojilerin çarpıştığı bir alan. Modern zamanların en keskin müfredat tartışması, 1925 senesinde Tennessee'de, John T. Scopes isimli bir biyoloji öğretmeninin, Darwin'in Evrim Teorisi'ni öğretme ısrarıyla başladı. Scopes, o dönem yasak olmasına rağmen bu teoriyi okulda öğrencilerine öğrettiği için mahkemeye verildi. Eski başkan adayı ve Hristiyan fundamentalist William Jennings Bryan'ın savcı lehine müdahil olduğu mahkeme süreci, o dönem tüm Amerikan Toplumunun büyük ilgisini çektiği için bugün hala "Yüzyılın Davası" olarak anılıyor. Her ne kadar dönemin egemen gücü Scope'u mahkum etmiş olsa da Evrim Teorisi bugün biyoloji derslerinde okutulmaya devam ediyor.

    Scopes davası bir istisna değil. İktidarların müfredatla kimlik inşa etme sevdası hep oldu. Fransız İhtilali sonrası artan milliyetçilik, her devleti ulusal müfredatla yeni kuşaklar yetiştirmeye zorladı. Bizde de Tanzimat'la başlayan bu süreç Cumhuriyet dönemi ile zirveye ulaştı. Benzer şekilde Sovyetler, yeni kuşakları komünist doktrine uygun bir şekilde yetiştirmek için eğitim sistemini tamamen reforme etti. Amerika ve Avrupa'daki antikomünizmin dalgası da müfredat sayesinde başarıya ulaştı.

    Ulusal müfredatla kimlik inşa projeleri, okulların bilgiye ulaşmada tekel olduğu dönemlerde ve ülkelerin dışarıya kapalı olduğu çağda belli bir başarı elde etti. Ancak dünyanın globalleşmesi ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ile birlikte bu projeler hemen her yerde çöktü. Sovyetlerde 70 yıllık doktrinasyon sonrası yetişen komünist gençler koşar adım kapitalizmin en vahşi halini seçti. Amerika'da gençlerin yarısı bir komünist adayı destekleyebileceğini söylüyor!

    Bize gelince... Eğer müfredatla kimlik inşa ediliyor olsaydı, onlarca yıl anaokulundan üniversiteye kadar Atatürkçülük dersini mecburi kılan resmi ideoloji, Kemalist bir kuşak yetiştirme hedefine çoktan ulaşmış olurdu. Ya da tersinden söyleyelim, her şey okuldaki müfredatla belirleniyor olsaydı, okullarda okutulmayan Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal bugün ülkenin en çok okunan şair ve romancısı olmazdı.

    İran örneği!

    Müfredatla kimlik inşa edilebilir mi sorusunu en net şekilde yanıtlayabileceğimiz bir diğer örnek yanı başımızda duran İran'da yaşanıyor. Dünya ile entegre olmuş Türkiye'de, okullar aracılığıyla kimlik inşasında ısrar eden herkesi İran'ı yakından incelemeye davet ediyorum. İran'da mollalar, 44 yıldır mutlak hakim olarak devleti idare ediyor. Neredeyse yarım asırdır İran müfredatının amacı "milli ve manevi değerlere uygun bir nesil" yetiştirmek. Devlet, medyada ve toplumsal hayatın her noktasında aynı kimlik inşa sürecini destekliyor. Yani İran'da tam 44 yıldır bir müfredatla kimlik inşa deneyi yapılıyor.

    Reform şart ama o reform bu reform değil.

    Geçen hafta Prof. Hilmi Demir, X'te (Twitter) İran'daki deneyin sonucunu paylaştı. Hocanın paylaştığı veri, İran toplumunu düzenli olarak araştıran GAAN raporundan. İranlı katılımcılara şu soru sorulmuş: "Kendinizi aşağıdaki din ve inanç gruplarından hangisine daha yakın hissediyorsunuz?" Sonuçlar çok şaşırtıcı. İranlıların yalnızca yüzde 32'si kendisini resmi ideolojinin arzu ettiği kimlik kategorisinde görüyor. Katılımcıların yüzde 22'si kendisini hiçbir gruba ait hissetmiyor! Daha da ilginci, İran'daki ateistlerin oranı yüzde 9, agnostiklerin oranı ise yüzde 6. Yani 44 yıldır devletin tüm olanaklarını seferber etmesine rağmen, müfredat hayata uymayınca öğrenciler hayatı seçmiş.

    Dünya genelinde eğitim sistemleri, internet ve yapay zeka gibi okulları tehdit eden teknolojiler sebebiyle ciddi bir kriz içinde. Teknolojinin hızla ilerlemesine rağmen, akademik takvimlerden mimari yapıya, sınıf düzeninden yönetim şekline kadar okullar iki yüzyıldır neredeyse hiç değişmedi. O nedenle tüm dünya yeni bir okul modeli arayışında. Değişim kaçınılmaz!

    Böyle zamanlar, Türkiye gibi eski yarışta geriye düşmüş ülkeler için bir "reset", yani yeniden başlama fırsatı sunuyor. Tüm dünyanın hummalı bir şekilde yeni okul tasarımları, yeni öğrenme modelleri aradığı şu günlerde, bizim Scopes Davası'ndan 100 yıl sonra hala Evrim Teorisi'ni tartışma lüksümüz yok. Bizim hem geçmişte hem de başka ülkelerde denenmiş ve başarısız olmuş deneylerle vakit geçirme lüksümüz yok. PISA, daha birkaç ay önce yayınlandı. Sonuçlar ortada. Çocuklarımızı bu yüzyılın becerileriyle donatamıyoruz.

    Okula başlama yaşı 3 olmalı

    Türkiye, tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi, eğitimde dünyaya model olabilecek reformlara imza atabilecek bir ülke. Ancak bunun için önce reform yapma pratiğimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Reform, hele eğitim gibi herkesi ilgilendiren bir alanda reform yapmak demek, herkesin sesini duymak, süreci herkese açık bir şekilde gerçekleştirmek demektir. Türkiye, geçen yüzyılın başında eğitimdeki reformları şeffaf ve katılımcı bir mantıkla, eğitim şuraları toplayarak belirlemişti. Reform süreci ne kadar şeffaf, veriye dayalı, farklı seslere açık olursa, o kadar verimli ve etkili olur. Kapalı kapılar ardında yapılan reformların bize getirdiği yer ortada.

    "Hocam eğer kapılar açık olsaydı siz ne önerirdiniz" diye merak ediyorsanız hemen söyleyeyim. Eğitimde reform tartışması olacaksa, ben o tartışmaya okula başlama yaşını 3'e indirme ve okullarda sınıf sistemini kaldırma teziyle dahil olurdum. İnsan beynine dair elimizdeki son veriler gayet net bir şekilde gösteriyor ki, 7 yaş çok geç!

    Sınıf yok takım

    Bunun ötesinde, müfredattan ziyade okulun iklimini dönüştürecek reformlara ihtiyacımız var. Müfredat hayattır; o halde, okuldaki hayatı değiştirmemiz gerekiyor. Bu bağlamda ilk adım olarak, sınıf bazlı öğrenme modelinden grup bazlı öğrenmeye geçmemiz gerekiyor. 30-40 kişilik sırf aynı biyolojik yaşta diye aynı seviyede öğreneceği varsayımına dayalı sınıf sistemi artık miadını doldurdu. Teknoloji, kişiye dayalı öğrenme ve küçük gruplara dayalı öğrenmeye olanak veriyor; ancak okullar bu tarz grup çalışmalarına uygun mimariye sahip değil. Bu nedenle, okul mimarisini yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.

    Reform listesini uzatmak mümkün ama buna gerek yok. Şeytan taşlama dersinin gündeme geldiği, mezar maketiyle sabır eğitiminin tartışıldığı bir ortamda, yapay zekayı müfredatın neresine koyacağımızı sormanın alemi yok.

(Not: Bu yazı Oksijen gazetesinin 1-7 Mart 2024 tarihli 164.sayısının 7.sayfasındaki Selçuk Şirin'in aynı başlıklı yazısından alınmıştır.)

No comments:

Post a Comment