Wednesday, August 28, 2024

Canım annem, seni çok seviyorum :(

Canım annem, seni çok seviyorum.

Kalbim acısa da seni seviyorum.

Ama aramıza da set çekmek zorundayım, zorundayım çünkü kalbimiz daha da fazla kırılacak. Gözümdeki yaşlar ayağıma batan diken kaynaklı olduğunu söyledim. Ayağıma dikenler batacak, canım annem. Bundan kaçış yok. 

Sevinmeliyiz, çünkü ikimiz de hayattayız daha. Evet, hastasın biraz ama yine de çok şükür buradayız anne. 

Oğlun da canı sağ, hayatta (tm: ayatta diri) diye sevinmeni istedim canım annem. Oysa, bardağın dolu tarafına odaklanmak yerine bardağa tamamen hükmetme isteği aramıza set çekiyor, canım annem.

Seni çok seviyorum, canım annem.

Oğlun acı da çekecek, hayatı da öğrenecek. Bu yolda oğlun yalnız, yapayalnız yürüyecek. Ayağına batan dikenler acısa da, asıl acılar kalbe batan dikenlermiş, canım annem. Senden kendi isteğimle uzak kalmak çok zoruma gidiyor. Ama dayanmalıyım, çünkü ben erkeğim. Seni arayıp ağlamak, seni sevdiğimi söylemek istiyorum. Ama içime gömmeliyim, çünkü ben erkeğim. 

Hatta bunu da yazmamalıydım, çünkü ben erkeğim. Ama yazdım, çünkü senin gözünde her zaman küçük bir çocuğum. İyi ki de öyleyim.

Seni çok seviyorum, canım annem.

Günlerimiz sayılı, gel kalbi kırmayalım anne. Gel barışalım, anne. 

Gerçi sen istiyorsun bunu, ama ben bilerek uzak duruyorum. Ve öğreniyorum ki, asıl yaşlar gözden dökülen değil, kalbin ağlamasıymış. Canım annem, kalbim dayanamıyor. Gel barışalım, anne.

Özür dilerim, anne!

Seni çok seviyorum, canım annem.

Ama sana söyleyemiyorum.

28.08.2024 Afyon.

Monday, August 26, 2024

intermittent fasting (notes)

 This note is in Turkish and taken from eksisozluk website where people write their own opinions.


merhaba. bu entry serimizde popüler diyetleri ve beslenme rutinlerini inceleyerek hepsinin güçlü ve zayıf yönlerini bulup diyet seçimi yaparken bu bilgiler ışığında nelere dikkat etmeniz gerektiğini göreceğiz, böylelikle "ben bunu yapıyorum ama neden başaramıyorum acaba" türü sorularınıza da bir çözüm bulmuş olacağız.


öncelikle belirtmek isterim, ki bunu sıklıkla dile getiriyorum çünkü tek gerçek bu: yağ kaybı ile kilo vermenizi sağlayacak tek gerçek, kalori açığıdır, bunun dışındaki hiçbir şey sizi başarıya ulaştırmaz, o nedenle farklı farklı isimlerle anılan tüm diyetlerin temeli kalori açığına dayanır. yani diyetin kendisi size yağ kaybı yaşatmaz yağ kaybınına neden olan şey her zaman kalori açığıdır.


şimdi bu beslenme rutinlerinden öncelikli olarak intermittent fasting'i inceleyelim.


2: intermittent fasting


2a: öncelikli olarak ben size bu entry'de intermittent fasting nasıl yapılır, rutinleri nelerdir, intermittent fasting'i ne bozar ne bozmaz gibi bilgiler vermeyeceğim, bunlar zaten onlarca kez söylenmiş, biz burada intermittent fasting yaptığınızda vücudunuzda neler yaşanıyor, sizin hayal ettiğiniz değişimlerle gerçekte yaşadığınız süreç birbirini tutuyor mu, onu inceleyeceğiz.


nasıl mı?


buyrun:


2b: intermittent fasting bir diyet değil yemek yeme saatlerini kendi yaşam biçiminize göre ayarladığınız açlık ve tokluk dönemlerinin olduğu bir rutindir. bu rutinde amaç açlık döneminde insülini yükseltmeyecek ürünler dışında bir şey tüketmeyerek insüline zıt çalışan lipaz, growth, glukagon gibi hormonları üretip açlık döneminde sistemin gerekli olan enerji ihtiyaçlarını yağlardan harcanmasını sağlayıp o esnada da leptin salgılatarak tokluk hissini yükseltip kilo kaybını amaçlamaktır, tabii böyle bakınca senaryo mükemmel gözüküyor ama her şey bu kadar kolay olsaydı yeryüzünde şişman kimse kalmazdı diye düşünüyorum ben, o nedenle bilimsel olarak bu konu teoride mümkün gözükse de pratikte tabii ki imkansızdır.


neden mi?


şöyle:


2c: öncelikli olarak intermittent fasting'in temellendirildiği açlık döneminde yağ kaybına neden olduğu düşünülen en önemli hormonları tanıyalım:


glukagon: açlık döneminde salgılanan ve düşük kan şekerini yükseltmek için karaciğerdeki glikojen rezervlerini yıkıp kan şekerini yükselten ve şekerin insülin aracılığıyla dokulara taşınmasını sağlayan hormondur. gerekli durumlarda yağ hücrelerindeki lipaz'ı uyararak yağın kanda serbest hale gelmesine de izin verir.


lipaz: gereken şartlar oluştuğunda glukagon tarafından uyarılan ve yağları yağ asitlerine ve gliserole yıkan bir enzimdir. bu işlemin sonunda yağ asitleri mitokondride atp'ye dönüşürken gliserol de glikoza dönüştürülüp kullanılabilir, bu esnada kan şekeri yükselir ve insülin salgılanır.


growth: uzun açlıklarda ve ağırlık antrenmanlarında üretilen ve enerji kaynağı olarak yağ asitlerini kullanan bir hormondur.


adrenalin: gerekli şartlar oluştuğunda karaciğerdeki glikojen rezervlerini yıkıp kan şekerini yükselten bir hormondur, devamında ise insülin salgılanır.


kortizol: gerekli şartlar oluştuğunda yağ ve proteinleri yıkarak enerji metabolizmasını etkileyen bir hormondur. yağları yağ asitlerine ve gliserole, alanin aminoasitini de glikoza çevirerek kan şekerini etkiler, sonucunda yine insülin yükselir.


gördüğünüz gibi intermittent fasting'in temellendirildiği "insülin salgılatmama ve bunun sayesinde kilo verme" düşüncesi bilimsel olarak imkansızdır çünkü sistem günün herhangi bir saatinde herhangi bir anında, ihtiyaç duyduğu her dakika bu hormonları kullanarak glikojen rezervlerini, proteinleri ve yağları yıkarak kan şekerini yükseltir ve yükselen kan şekeriyle insülin salgılatıp beyne insülinden bağımsız diğer dokulara da insülin aracılığıyla şeker taşır, bu döngü "24 saat" devam eder, sizin aç kalmanız önemli değildir bu süreçte, yani siz aç kaldığınızda da sistem kendi kendine kan şekerini yükseltip insülin salgılatabiliyor. biraz daha açmak gerekirse; diyelim ki sen kas/karaciğer glikojenlerini feda edip "karbonhidratı kesersem sistem glikoz depolayamaz ve o zaman da glikozu yıkıp kan şekerini yükseltip insülin salgılatmaz ben de yine yağ yakarım eki eki" diye sevinip karbonhidratı kestin, bu durumda karaciğerin glikojenleri 20 saatte tükendi. sistem her zaman kan şekerini yükseltmek zorunda olduğu için, çünkü beyin ve santral sinir sistemi şekerle çalışıyor, sistem böyle bir ihtiyaç duyduğunda rezerv şeker yoksa eğer kortizol salgılayıp proteinleri yıkıp alanin gibi aminoasitlerden glikoz üreterek tekrar kan şekerini yükseltir ve insülin aracılığıyla bunları dokulara taşır; proteinleri yıkmayı bırakırsa , çünkü proteinleri belirli bir sınır içinde yıkmayı ister, lipaz sayesinde yağları yağ asitlerine ve gliserole yıkıp gliserolden glikoz üretip kana verir ve kan şekerin yine yükselir, kan şekerin yükselince yine insülin salgılarsın ve gerekli dokulara şekeri gönderirsin, yani sistem kan şekerini her şekilde yükseltip sizin insülin salgılamanızı sağlar, insülin salgılamaktan hiçbir şekilde kaçamazsınız bu mümkün değildir.


neden mi?


2d: çünkü insülin kötü ve şeytan bir hormon değildir sizin düşündüğünüz gibi, yani siz insülini sadece ekstra kaloriyi yağ hücresine götürüp yağ olarak depolayan bir ürün zannediyorsunuz ve korkuyorsunuz ama insülin siz ne verirseniz onu taşıyan bir kuryedir. yani siz fazladan kalori alıp yağlanacaksanız onu taşır ama siz antrenman yapan kas dokusu kazanan bir insansanız aminoasitleri kaslara taşır ya da kaslarınız kullansın diye kas hücrelerine şeker taşır, beyninize şeker taşır sinir sisteminize şeker taşır organlarınıza şeker taşır, siz ne verirseniz onu taşır pilavda sorun yok yani sorun sizde, o nedenle insülin salgılatmamak için nafile çabalarda bulunmayın o insülin her şekilde salgılanacak, çünkü bu sizin dışarıdan müdahalede bulunabileceğiniz manipüle edebileceğiniz bir konu değildir, nedenlerini yukarıda anlattım, yine anlatacağım, bu sizin tercihte bulunabileceğiniz bir seçenek değildir, zaten sistem çalışma şeklinde insan dizaynına izin verseydi muhtemelen insan evrimi ilk birkaç bin yılda sona erer türümüz tükenirdi, çünkü her konuda kendi sonumuzu getirmek için birçok şey yaptığımız gibi beslenme konusunda da benzer eylemlerde bulunuyoruz ama çok şükür vücudun çalışma sistemi hayatta kalabilmek ve insan ırkının soyunu devam ettirebilmek için birçok sorunu kendisi otomatik çözerek bizim inisiyatifimize bırakmıyor, mesela diyor ki "bu arkadaş kilo vermek için karbonhidratı tamamen kesmek gibi bir kerizlik yapabilir, o zaman ben ne yapayım? ben en iyisi beyne gidecek şeker için insülini mecbur kılmayayım ne olur ne olmaz beyni kurtaralım da diğerlerini bir şekilde hallederiz" deyip beyne gidecek şekeri insüline bağımsız hale getirmiş, glukoneogenez marifetiyle elde edilen şeker insülin olmasa bile beyne gidecek şekilde gelişmiş, yani siz ne yaparsanız yapın ölmüyorsunuz ama ölmekten beter olabiliyorsunuz sıkıntılı diyetler yaptığınızda, o nedenle yok ben karbonhidratı kestim 10 kilo verdim yok yok ben 20 saat aç kaldım 40 kilo verdim demeyin öyle bir dünya yok çünkü.


neden mi?


şöyle:


2e: çünkü siz sisteme neyi vermezseniz sistem onu kendi içinde çözüm yoluna giderek bulmaya başlar. evet siz insülin salgılanmasını engelleyip yağ yakacağınızı düşünürsüz ama siz 16 saat aç kaldığınızda sistem önce karaciğerdeki rezerv glikozları yıkıp kan şekerini yükseltip insülini salgılatacaktır, yetmezse proteinleri aminoasitlere aminoasitleri glikoza yıkıp kan şekerini yükseltip insülini salgılatacaktır, o da yetmezse yağları yıkacaktır ama yağları yıktığında bile yağları yağ asitleri ve gliserol olarak yıkıp gliserolü glikoza çevirip kana vereceği için insülininiz yine yeniden yükselecektir, bu aşamada tabii ki yıkılan proteinler nedeniyle katabolizma yaşayıp kas kaybedeceksiniz, bu kas kayıpları sadece iskelet kas sisteminden olmayacaktır lenf sisteminden de olacaktır ve bu kayıplar bu bölgedeki bağışıklıktan sorumlu t hücrelerinin zayıflamasına ve hastalıklara açık hale gelmenize neden olacaktır, 2 kilo yağ yakmak için böyle maceralara girmeye gerek var mı doğrusu çok emin olamıyorum ben. kısacası yağları yıkabilirsiniz ama proteinleri de yıkabilirsiniz ve kas kaybedebilirsiniz, hatta güzel bir diyetle 1 haftada 1 kilo yağ kaybedebilirsiniz ama dandik bir diyetle kaybettiğiniz 1 kilo kası 3 ayda ancak yerine koyabilirsiniz ki o da iyi bir ağırlık çalışmasıyla ve uygun miktarda kaloriyle olabilecek bir süreçtir, bir de öyle düşünün.


peki bu rutinin hiç mi olumlu bir yanı ya da kilo/yağ kaybına bir etkisi yok?


tabii ki var.


şöyle:


2f: intermittent fasting'in en önemli avantajı, size otokontrol sağlamayı öğretmesidir. yani insanların kilo almasına neden olan etkenlerden biri de can sıkıntısından ve duygusal açlıkla sürekli yemek yiyerek günlük kalori ihtiyacının üstünde kalori alma eğiliminde olmasıdır, intermittent fasting'in en önemli özelliği de bunun önüne geçip size otokontrolü öğretip kısa süreli beslenme döneminde de fazla miktarda kalori almanızı engelleyip kilo/yağ kaybına neden olmasıdır ama buna neden olan da, her zaman söylediğim gibi, intermittent fasting'in kendisi değil kısıtlı beslenme sürecinde ihtiyaçtan az kalori alıp, yani kalori açığı verip yağ kaybı yaşamaktır, yani siz 16 saat aç kaldığınız için değil farkında olmadan kalori açığı oluşturduğunuz için yağ kaybı yaşıyorsunuz, mesela siz 16 saat aç kalıp beslenme sürecinde 2500 kalorilik öğünle beslenirseniz 100 gram bile yağ kaybedemezsiniz, belki kas kaybedersiniz su kaybedersiniz ama yağ kaybedemezsiniz, yağ kaybetmek için geçerli olan tek evrensel kural kalori açığıdır. kalori açığı yarattığınız sürece hangi diyeti ya da beslenme rutini uygularsanız uygulayın yağ kaybedeceksiniz ama yağ kaybetmenize neden olan etken uyguladığınız diyet değil, kalori açığı olacaktır.

riddley

05.08.2024 12:43

Wednesday, July 24, 2024

Müfredatla yerli ve milli bir kimlik inşa edilebilir mi?

 Müfredatla yerli ve milli bir kimlik inşa edilebilir mi?

    Milli Eğitim Bakanlığı yeni bir müfredat hazırlıyormuş. Bu çabayı alkışlıyorum zira hayatın bu kadar hızlı değiştiği bir zamanda eğitim sisteminin bu değişime ayak uyması için reforme edilmesi şart. Önce internet ve ekranlar sonra yapay zeka ve robotlar, eğitim sistemini altüst etmiş durumda. Bakanlığın yapacağı reformlar bu alanlarda nasıl bir açılım yapacak bilmiyoruz zira bizdeki reform süreci şeffaf işlemiyor. Ancak bildiğimiz bir nokta var. Reformların amacı "milli ve manevi değerlere uygun bir nesil" yetiştirmekmiş. Hal böyle olunca basına sızan ilk haberlerde yeni müfredatta Evrim Teorisi yerine Amerikan Evangelistlerinin dünyaya pazarladığı ve bizde Adnan Hoca'nın yaydığı "Akıllı Tasarım" hikayesi yer alacakmış! Hoş geldin 1925!

    Scopes Monkey davası

    Biraz tarihe dönelim. Müfredat tüm dünyada ideolojilerin çarpıştığı bir alan. Modern zamanların en keskin müfredat tartışması, 1925 senesinde Tennessee'de, John T. Scopes isimli bir biyoloji öğretmeninin, Darwin'in Evrim Teorisi'ni öğretme ısrarıyla başladı. Scopes, o dönem yasak olmasına rağmen bu teoriyi okulda öğrencilerine öğrettiği için mahkemeye verildi. Eski başkan adayı ve Hristiyan fundamentalist William Jennings Bryan'ın savcı lehine müdahil olduğu mahkeme süreci, o dönem tüm Amerikan Toplumunun büyük ilgisini çektiği için bugün hala "Yüzyılın Davası" olarak anılıyor. Her ne kadar dönemin egemen gücü Scope'u mahkum etmiş olsa da Evrim Teorisi bugün biyoloji derslerinde okutulmaya devam ediyor.

    Scopes davası bir istisna değil. İktidarların müfredatla kimlik inşa etme sevdası hep oldu. Fransız İhtilali sonrası artan milliyetçilik, her devleti ulusal müfredatla yeni kuşaklar yetiştirmeye zorladı. Bizde de Tanzimat'la başlayan bu süreç Cumhuriyet dönemi ile zirveye ulaştı. Benzer şekilde Sovyetler, yeni kuşakları komünist doktrine uygun bir şekilde yetiştirmek için eğitim sistemini tamamen reforme etti. Amerika ve Avrupa'daki antikomünizmin dalgası da müfredat sayesinde başarıya ulaştı.

    Ulusal müfredatla kimlik inşa projeleri, okulların bilgiye ulaşmada tekel olduğu dönemlerde ve ülkelerin dışarıya kapalı olduğu çağda belli bir başarı elde etti. Ancak dünyanın globalleşmesi ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ile birlikte bu projeler hemen her yerde çöktü. Sovyetlerde 70 yıllık doktrinasyon sonrası yetişen komünist gençler koşar adım kapitalizmin en vahşi halini seçti. Amerika'da gençlerin yarısı bir komünist adayı destekleyebileceğini söylüyor!

    Bize gelince... Eğer müfredatla kimlik inşa ediliyor olsaydı, onlarca yıl anaokulundan üniversiteye kadar Atatürkçülük dersini mecburi kılan resmi ideoloji, Kemalist bir kuşak yetiştirme hedefine çoktan ulaşmış olurdu. Ya da tersinden söyleyelim, her şey okuldaki müfredatla belirleniyor olsaydı, okullarda okutulmayan Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal bugün ülkenin en çok okunan şair ve romancısı olmazdı.

    İran örneği!

    Müfredatla kimlik inşa edilebilir mi sorusunu en net şekilde yanıtlayabileceğimiz bir diğer örnek yanı başımızda duran İran'da yaşanıyor. Dünya ile entegre olmuş Türkiye'de, okullar aracılığıyla kimlik inşasında ısrar eden herkesi İran'ı yakından incelemeye davet ediyorum. İran'da mollalar, 44 yıldır mutlak hakim olarak devleti idare ediyor. Neredeyse yarım asırdır İran müfredatının amacı "milli ve manevi değerlere uygun bir nesil" yetiştirmek. Devlet, medyada ve toplumsal hayatın her noktasında aynı kimlik inşa sürecini destekliyor. Yani İran'da tam 44 yıldır bir müfredatla kimlik inşa deneyi yapılıyor.

    Reform şart ama o reform bu reform değil.

    Geçen hafta Prof. Hilmi Demir, X'te (Twitter) İran'daki deneyin sonucunu paylaştı. Hocanın paylaştığı veri, İran toplumunu düzenli olarak araştıran GAAN raporundan. İranlı katılımcılara şu soru sorulmuş: "Kendinizi aşağıdaki din ve inanç gruplarından hangisine daha yakın hissediyorsunuz?" Sonuçlar çok şaşırtıcı. İranlıların yalnızca yüzde 32'si kendisini resmi ideolojinin arzu ettiği kimlik kategorisinde görüyor. Katılımcıların yüzde 22'si kendisini hiçbir gruba ait hissetmiyor! Daha da ilginci, İran'daki ateistlerin oranı yüzde 9, agnostiklerin oranı ise yüzde 6. Yani 44 yıldır devletin tüm olanaklarını seferber etmesine rağmen, müfredat hayata uymayınca öğrenciler hayatı seçmiş.

    Dünya genelinde eğitim sistemleri, internet ve yapay zeka gibi okulları tehdit eden teknolojiler sebebiyle ciddi bir kriz içinde. Teknolojinin hızla ilerlemesine rağmen, akademik takvimlerden mimari yapıya, sınıf düzeninden yönetim şekline kadar okullar iki yüzyıldır neredeyse hiç değişmedi. O nedenle tüm dünya yeni bir okul modeli arayışında. Değişim kaçınılmaz!

    Böyle zamanlar, Türkiye gibi eski yarışta geriye düşmüş ülkeler için bir "reset", yani yeniden başlama fırsatı sunuyor. Tüm dünyanın hummalı bir şekilde yeni okul tasarımları, yeni öğrenme modelleri aradığı şu günlerde, bizim Scopes Davası'ndan 100 yıl sonra hala Evrim Teorisi'ni tartışma lüksümüz yok. Bizim hem geçmişte hem de başka ülkelerde denenmiş ve başarısız olmuş deneylerle vakit geçirme lüksümüz yok. PISA, daha birkaç ay önce yayınlandı. Sonuçlar ortada. Çocuklarımızı bu yüzyılın becerileriyle donatamıyoruz.

    Okula başlama yaşı 3 olmalı

    Türkiye, tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi, eğitimde dünyaya model olabilecek reformlara imza atabilecek bir ülke. Ancak bunun için önce reform yapma pratiğimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Reform, hele eğitim gibi herkesi ilgilendiren bir alanda reform yapmak demek, herkesin sesini duymak, süreci herkese açık bir şekilde gerçekleştirmek demektir. Türkiye, geçen yüzyılın başında eğitimdeki reformları şeffaf ve katılımcı bir mantıkla, eğitim şuraları toplayarak belirlemişti. Reform süreci ne kadar şeffaf, veriye dayalı, farklı seslere açık olursa, o kadar verimli ve etkili olur. Kapalı kapılar ardında yapılan reformların bize getirdiği yer ortada.

    "Hocam eğer kapılar açık olsaydı siz ne önerirdiniz" diye merak ediyorsanız hemen söyleyeyim. Eğitimde reform tartışması olacaksa, ben o tartışmaya okula başlama yaşını 3'e indirme ve okullarda sınıf sistemini kaldırma teziyle dahil olurdum. İnsan beynine dair elimizdeki son veriler gayet net bir şekilde gösteriyor ki, 7 yaş çok geç!

    Sınıf yok takım

    Bunun ötesinde, müfredattan ziyade okulun iklimini dönüştürecek reformlara ihtiyacımız var. Müfredat hayattır; o halde, okuldaki hayatı değiştirmemiz gerekiyor. Bu bağlamda ilk adım olarak, sınıf bazlı öğrenme modelinden grup bazlı öğrenmeye geçmemiz gerekiyor. 30-40 kişilik sırf aynı biyolojik yaşta diye aynı seviyede öğreneceği varsayımına dayalı sınıf sistemi artık miadını doldurdu. Teknoloji, kişiye dayalı öğrenme ve küçük gruplara dayalı öğrenmeye olanak veriyor; ancak okullar bu tarz grup çalışmalarına uygun mimariye sahip değil. Bu nedenle, okul mimarisini yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.

    Reform listesini uzatmak mümkün ama buna gerek yok. Şeytan taşlama dersinin gündeme geldiği, mezar maketiyle sabır eğitiminin tartışıldığı bir ortamda, yapay zekayı müfredatın neresine koyacağımızı sormanın alemi yok.

(Not: Bu yazı Oksijen gazetesinin 1-7 Mart 2024 tarihli 164.sayısının 7.sayfasındaki Selçuk Şirin'in aynı başlıklı yazısından alınmıştır.)

Sunday, July 21, 2024

I shouldn't break the hearts of the women

I shouldn't break the hearts. Of people. Of the women. And of the ones I meet.

For the last few months my family (especially my mom) try to wedlock me to the girl they find. 

I have been introduced to many women and we couldn't arrange a marriage yet.

Bahar (Nov 2023, for 2 weeks; then again in Mar 2024 - Jul 2024). She was the most beautiful one and the brightest one. Ghosting me a lot. :)

Şeker (Dec 2023 - Jan 2024). She sent me just one pic of her. She was clever enough to not to argue with me while I was drunk. She didn't respond to my meal invitations. I think a person, especially a supposed to be your other half, should respond, either positive or negative, to the invitation made by the man/woman he/she is going to get married to. 

Maral (Feb 2024, Ankara). Well, this one was also good in terms of academy. She was doing PhD in Ankara. She was well responsive. 

Maral (Mar 2024 - Apr 2024, Turkmengala). She was religious and I couldn't meet her standards or belief.

Sona (May 2024). She got angry when she learnt that I was riding a motorcycle and doing food delivery instead of teaching English. She left me because I hold a "low-status" job - moto courier :)

Gulbahar (Mar 2024 - Apr 2024) She was the best I think in terms of communication. We had no problem until she was expecting the marriage proposal. I would have eventually made that proposal and married her, was she a bit patient.

Mahri (Jul 2024). After her split I'm writing this blog.

Gulalek (Jul 2024 - continues as of today. Today is 21 Jul 2024, Sun). She looks modest. I like her.

Zuleyha (Dec 2023 - continues) And most probably I would end up marrying this woman :)

After all of those I learned that I would get ghosted a lot. And I was ghosted by most of these women. Only responsive ones were Gulbahar and Maral from Ankara. Others, even Zuleyha I'm planning to marry, don't reply to the messages on time. And it makes my nerves jump. Thus, I wish them good luck and bid farewell. And to that, much to my surprise, the girls get angry :) Like, come on ladies. You are the one who ghosted me a lot. And I assume it as a lack of interest. And when there is no mutual interest, I think it's best to finish to unity, this tie.

Sometimes I get very angry to the degree that I want to break their heart. And I stop. I don't do it. And after some time pass, I recover from the anger and I'm glad that I didn't write something stupid to them. They were, after all, the ladies that liked me, even a little bit, and tried to get wedded with me. They tried, we tried, to some degree.

Thank God, I didn't break hearts. Instead, I choose to break my own heart. Let it be. I know I will recover.

Sunday, February 11, 2024

"Yine de dönüyor" by Cem Say, Oksijen gzt

 "Yine de dönüyor" by Cem Say, Oksijen gazetesi, 29 Aralık 2023-4 Ocak 2024, sayı 155, syf 26.

Evrenin görebildiğimiz kısmında en az 200.000.000.000.000.000.000.000 gezegen var. Yıldızlar doğup ışık yaymaya başlarken çevrelerinde dönen gezegenler de oluşuyor. Uzun süre sonra yakıtı tükenen kimi yıldızlar fizik kanunlarının dayattığı bir süreç sonucu patlıyor, içindeki malzemeyi 

Friday, February 2, 2024

Şükretmem gerektiğini farkettim.

 22.01.2024, Pazartesi günü Bilecik'ten İstanbul'a gelirken kaza yaptım. 

Baya yorgundum, uzun süredir uykusuzdum; direksiyon kontrolünü kaybettim ve kendimi tarla içinde buldum. 2 şeritli daracık yol, karşıdan gelen tırlar var, arada kesme veya ayırma yok. O kaza anında yanlışlıkla direksiyonum sağa değil de sola gitseydi ben muhtemelen bu yazıyı yazmıyor olacaktım. Ya büyük kaza yapıp, ağır yaralanmıştım ya da ölmüştüm. 

Direksiyonda ben varım, sürücü belgesi alalı daha 1.5 sene dolmak üzere, acemiyim. Trafik kazalarında ağır yaralanan veya ölen sürücülerin çoğu benden daha iyi kullanırlar. O gün ben sadece şanslıydım. 

İlk kazamın şokunu atlatmadan hemen yardıma gelen çiftçiler ve diğer sürücüler oldu. Trafik polisini aradım, konum bilgilerimi verdim; sağ olsun geldiler ve tutanak tuttular. Aracı kiraladığım şirketi arayıp haber verdim, işyerime mail atıp derslere yetişemeyeceğimi belirttim. İlk şoku atlattıktan sonra o soğukta tarlaya baktım ve namaz kılan bir çiftçi gördüm. Bir an onun yerinde olmak istedim. Baya dertlerim vardı, güçsüzdüm; ve o dertlerin üstüne bir de bu eksikmiş gibi kaza eklendi. Her şeyi unutup sadece Tanrı'ya sığınmak ve şükretmek istedim. Sadece bedenen değil manen de kendimi bitkin hissettim. 

Ama her karanlığın sonu aydınlık dedikleri gibi adım adım çıkıyorum o karanlıktan, çok şükür üstesinden gelebiliyorum o zorlukların. Ve bugün (15 senelik aradan sonra) ilk defa camiye gittim Cuma namazı için. Namaz kılmayı, abdest almayı, sureleri; her şeyi unutmuşum. Hatırlamaya çalıştım, zorlandım. Uydum imama.

Bugün sabah abdest alırken bir hafiflik, temizlik hissettim. Ben hayatta olduğum ve sağ olduğum için Tanrı'ya şükretmeliydim. Thank God. 🙏

09.05.2024 editi: Bundan altta baya gereksiz seyler yazmisim, hepsini sildim. O donem sinirliydim, simdi yatistim. Zaman, aci oldugu gibi ilac da.